Türkiye’nin el ele vermesini isteyenler, öncelikle iletişime saygı duymalı ve insanları haberden mahrum bırakmamalıdır. Son depremde (17 Ağustos 1999 Depremi) bunu bir defa daha yaşadık. İki gün boyunca dünya ile ilişkilerimiz koptu ve ne olduysa o sürede oldu. Biraz daha haber, biraz daha umuttur, biraz daha güçlü olmak daha fazla haberleşmektir…
Bir deprem yaşandı, bugüne kadar olanlardan çok farklı bir olayla karşılaşan medya haberleşme konusunda devlet kuruluşlarından daha başarılıydı. Günlerce bölge ile iletişimi sağlayamayan hükümet, haberleşmek için bazen televizyonları kullanmak zorunda kaldı. Buna karşılık hemen her özel televizyon kuruluşu olayın akabinde uydu yoluyla haber verdi, görüntü gösterdi. Depremin ilk dakikalarında ilk haberi TGRT verirken, sunucunun sesi titriyordu. Bu yönden görsel ve yazılı medyanın görevini yaptığını söylemek doğru olur.
İlk haberlerden sonra bölgenin ihtiyaçları yine medya aracılığıyla duyuruldu. Deprem bölgesindeki insanlar da çok kere medyadan yardım istediler, günler sonra da medya olup bitenleri bilimsel yönden açıklarken, gelecekte yapılması gerekenler konusunda da uyarılarda bulundu. Bu bakımdan da medyayı kutlamak gerekir. Fazla ayrım yapmaya kalkışmadan televizyonların sınavı başarıyla verdiklerini söyleyebiliriz.
Tek kusur bölgeye gidenlerin daha önce bilgi sahibi olmamalarıydı, bu yüzden olup bitenleri veya duyduklarını aktardılar, bunu doğal karşılamak gerekir. Deprem umulmadık bir olaydır. Buna karşılık yazılı medya oldukça zor günler geçirdi. Televizyonların verdiği haberlere yeni boyutlar getirmekte zorlandı. Karamsarlıktan kurtulamadı. Deprem sonrası iyimser haber vermek isteyen Sabah’ın bir kurtarma operasyonu sonrası babanın çocukları ile buluşmasını gösteren fotoğrafları medya tarihinde yer alacak ölçüdeydi.
Yıllar önce yaşanan Üsküp depreminden sonra bir Fransız gazetesi ölenlerin yerine kurtulanların sayısını vererek umut vermişti, biz böyle bir haber yapmayı düşünmedik, çünkü olayın içinde yaşıyorduk. Zaman zaman yanlış bilgilendirmeler de oldu, ölen medya mensupları çıktı ve bu arada medya yine kolayca suçlandı.
Yazılı basın felâket haberi vermemek için çalıştı ama olanak yoktu. Deprem, daha sonra TÜPRAŞ yangını ve ardından görülen organizasyon bozukluğu ve salgın hastalık korkusu medyayı da etkiledi. Buna karşılık hükümet medyayı eleştirerek günah çıkarttı. Moral bozucu haber verilmemesini isteyenler, medyayı ciddi bir sorumluluk içinde çalışmaya davet ederken, kendileri sorumsuzluk içindeydi.
Ölü sayısının durmaksızın artması ve pek çok bölgeye müdahale edilemeyişi bir yana, olağanüstü hâl ilan edilmemesi devletin aczini gösterdi. Bu arada sorumsuz yayıncılık da vardı. Özeleştiri yapılırsa müzik kanallarının günlerce bu ülkede hiçbir şey olmamış gibi yayın yapması tepkilere yol açtı.
Star Gazetesi, Çeşme’de eğlenenleri ayıplarken, aynı gruba ait Kral TV’nin depremden çok sonra etkilendiğini fark etmedi. Keza sağ basın hükümeti yerle bir etmek için ne gerekiyorsa yazdı. “Hükümet enkazın altında kaldı” denilirken, askere yönelik anlamsız bir yayıncılık yapanlar kişiliklerini ve niyetlerini ortaya koymuş oldular. Akit, Yeni Şafak ve Milli Gazete pekâlâ diğer medya kuruluşları gibi daha ağırbaşlı yayın yapabilirlerdi, particilik tarafları veya lâiklik karşıtı inançları her zaman olduğu gibi ağır basınca farklı sözler ettiler.
Çok bilmiş köşe yazarları
Deprem, yerel medyayı da fazlasıyla vurdu. Bölgedeki gazeteler yayınlarını tatil etmek zorunda kaldılar. Bölgeye giden gazeteleri satmak sorun oldu. Ölen ve yaralanan bayiler vardı. Bu arada CNN gibi çok ciddi bir haber kuruluşu da yanlış bilgi sundu ve sonra özür dilemek zorunda kaldı. Türk medyası ise gördüklerini aktarmakla yetindi, olaya ışık tutmaya gayret etti. Saatler süren kesintisiz canlı yayınlarda iletişimin gücü ortaya konuldu.
Her vesileyle eleştiri alan medyanın küçük bir bölümü dışında başarılı bir habercilik yaptığını kabul etmeliyiz. Felâket habercisi birkaç kuruluş dışında medya görev başındaydı. Yazarlar deprem bölgelerine gitti, bilim adamlarının düşünceleri yansıtıldı ve çoğunluk olup bitenlerden pay çıkarmayı düşünmedi.
Medya dördüncü kuvvet olma özelliğini korudu, aksini yapanların kimler olduğu malûm, onları mutlaka izlemek zorunda değiliz. Hatta onları boykot etmeyi gerekli görüyoruz. Bu arada TRT’nin yardım toplamak için başlattığı girişimin giderek iane toplama şekline dönüşmesinden rahatsız olduk. Yardımlar devlet eliyle toplansa iyi olurdu. Nitekim gazeteler ve özel televizyonlar böyle bir girişime kalkışmadılar.
TRT ise dakikalarca elli, yüz milyon bağışta bulunanları ekrana getirdi. Yardıma muhtaç hâle düşenlerin bundan rahatsız olduklarını sanıyoruz. Gazeteler, iletişim kuruluşları bu işlerde aracılık yapar, doğrudan devreye girmeyi düşünenlerse kendileri öncülük eder. Buna rağmen iyi niyetli bir girişim olduğuna inanarak TRT’den de daha iyi habercilik beklendiğini belirtmekte fayda görüyorum.
Deprem konusunda yanlış yapan yine köşe yazılarıydı. Kandilli Rasathanesi Müdürü’nün yaptığı açıklamayı eleştirenler, haksız sözler ettiler. Işıkara açıklama yapmasa daha doğru bir iş mi yapmış olacaktı. Geceyi panikleyerek sokakta geçirenlerin başına felâket gelmedi, ya aksi olsaydı; o zaman bu köşe yazarları neler yazacaklardı.
Doğruluk ve dürüstlük prim alacağına eleştiri konusu oldu. Sadece Güngör Mengi medenî bir üslûpla ertesi günü özür diledi, diğerleri çok bilmişliklerini sürdürdüler. Allah’tan bu arada bazı köşe yazarları da Işıkara’yı kutlayan yazılar yazdı. NTV’nin halkın sesi büyük ilgi topladı. TGRT’nin İHA aracılığıyla elde ettiği üstünlük bir defa daha yaşandı. ATV’deki sualtı görüntüleri fevkalâdeydi. Reytinge önem verenler için söz söylemeyi fuzuli buluyoruz. Onlar bu sefer ölü soyucular gibi davrandılar, istismar yaptılar ve utanılacak bir yayıncılığa imza attılar.
Manşetten önemli fotoğraf
Deprem öncesi günlerde, medyada bir kare fotoğraf deprem yarattı. Adada çekilen Demirel aile fotoğrafı büyük yankılara yol açtı. Özellikle Hürriyet ve Milliyet bu konuda suçlamalarda bulundu. Haklılık payı vardı. İsimleri bazı olaylara karışmış kişilerin yer aldığı bir kare fotoğraf çok anlamlıydı. Sayfayı çizen sıradan bir fotoğrafı birinci sayfaya alarak büyütmüş ve altına sadece bir resimaltı yazmıştı. Bu görünen Türkiye’nin fotoğrafı olmalıydı. Daha sonraları diğer gazeteler de bu konuya yer ayırdı.
Milliyet ve Hürriyet’te ilginç yazılar çıktı. İnsanların hangi karede yer alması gerektiği sorgulandı. Habercilik buydu. Fotoğrafın çekilmesinde büyük bir özellik yoktu ama kullanılış biçimi manalıydı ve ses getirdi. Haberin olmadığı zamanlarda bir kare fotoğraf çok iş yapabilirdi. Şimdi hafızalarda bir fotoğraf var. Demirel’in tabiriyle aile fotoğrafı, ama aile içine alınan kişiler toplumun tepkisini çeken işadamları.
Fatih Altaylı, “Bak bak gül, bak bak ağla” diye yazdığı yazısıyla çok kişinin hislerine tercüman oldu. Yorum yapmak böyle olmalıydı. Deprem olmasaydı bu fotoğrafın tartışması daha sürerdi. Ancak buna rağmen deprem sonrası bazı yazılar yine fotoğrafla bağdaştırıldı. Türkiye’de var olan zihniyet eleştirildi. Gelecek yıllara yönelik hafızalarda yer edecek bir gazetecilik yapıldı. Şimdi bunu tartışmanın yararı yok; sadece şeffaf devlet anlayışı denilen budur. Bir çift söz veya bir kare fotoğraf olup bitenlerin aktarılmasına yetmektedir. Zor olan da bunu başarmaktır.
Radikal Gazetesi yöneticilerini kutlamak gerekir. Çok kere manşet sözleriyle yapmak istediklerini bu sefer fotoğrafla gerçekleştirdiler.
Zaman aşımıyla gelen ayıp
Ve hafta başında Abdi İpekçi davası zaman aşımına uğrayarak kapatıldı. Bunu içimize sindirmek mümkün değil. Yıllardır bu uğurda gayret gösteren İpekçi ailesi ve Abdi’nin yakınları güçlü devlete teslim oldular. Hukukun üstünlüğünü savunanlar, hukuk kurallarını çiğneyerek hukuku ihlâl ettiler. Alınan ifadeler kayboldu, tanıklar korunmadı ve elde yeterli delil olmadığı için katiller sokağa salıverildi.
Yıllarca bu ülkeye hizmet veren, gazetecilik yapan Abdi’nin katli, basın tarihimizde başlı başına destan olarak kalacaktır. Bu destan devletin ayıbıdır. Katillerin nasıl korunduğunun belgesidir. Yirmi yıl önce plânlanan bir cinayetin nasıl örtbas edildiğini öğrenmek isteyenler, yıllar geçse de bu olayı sorgulamak ihtiyacını duyacaklardır.
Medyayı hafife alarak, olaylara yön vererek toplumu yanlış bilgilendirmek isteyenler gün gelecek mahkûm olacak, mahçup duruma düşeceklerdir. Demokrasilerde olayları istediğiniz gibi örtbas edemezsiniz. Bugünkü koşullar buna elvermiş olsa da gelecekte nelerin olacağı belli değildir. Abdi İpekçi gibi Çetin Emeç ve Uğur Mumcu da hiç yoktan öldürülmüşlerdir. Medyayı yok etme düşüncesine sahip olanlar, her zaman olacaktır ama onların sürekli başarılı olmaları düşünülemez, er geç her şeyin hesabı verilecektir.
Depremle birlikte tarihe terk edilen bu olayın ileride üstüne gidilecek ve suçlular mahkûm edilmeseler bile suçlu olarak yaşamaya mahkûm kalacaklardır, üstelik suçluların arasına yenileri eklenecektir. Acılı bir hafta geçirdik. Bu satırları yazarken hâlâ medyayı eleştirenler var. Bundan sonra da olacaktır, ancak her seferinde tekrar edilmesinde yarar olan bir olgu “Ya medya olmasaydı?” sorusudur.
Toprak altında günlerce yaşayanların, kurtuldukları halde bakımsızlıktan ölenlerin, hazır fırsat doğdu diye soygun yapmaya kalkışanların ve rahat koltuklarında oturarak ahkâm kesenlerin bir gün topluma hesap vermek zorunda kalacakları asla unutulmamalıdır. Bunun tek takipçisi medya olacaktır.
Kötü müteahhiti tanıtan medyadır, yardım bekleyeni hatırlatan yine medya olacaktır. Bizi istediğiniz kadar eleştirebilirsiniz. Ancak varlığımızın önemini göz ardı etmeyiniz, bizim aramızda da birkaç soysuz varsa buna olanak tanımayın. Bunun çözümü sadece onlara ilgi göstermemek, ürettiklerine talip olmamaktadır.
Gelişen toplumlar bunu yapmaktadır. Günahımız ve sevabımızla kötü günler yaşadık, yaşamayı sürdürüyoruz. Türkiye’nin el ele vermesini isteyenler, öncelikle iletişime saygı duymalı ve insanları haberden mahrum bırakmamalıdır. Son depremde bunu bir defa daha yaşadık. İki gün boyunca dünya ile ilişkilerimiz koptu ve ne olduysa o sürede oldu. Biraz daha haber, biraz daha umuttur, biraz daha güçlü olmak daha fazla haberleşmektir…
(24 Ağustos 1999) Nezih Demirkent